image via
Bırakın boş dursun: Tabiatı Koruma Kanun Tasarısı, Doğa ve İnsan Olmak Üzerine
Deniz Erkmen
Son günlerde Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı ile ilgili haberleri okurken aklıma yazın gazetelerde yer alan, Bodrum’da 2nci derece SIT alanı Cennet Koyunda Mandarin Oriental’in inşaası ile ilgili haberler geldi. Bir tanesinde Bodrum kaymakamı Mehmet Gödekmerdan şöyle diyordu:
“Son haline uzaktan gidip baktım. Bölgedeki en büyük yatırım. Bodrum büyüyor. Yatırımlar geliyor. Büyük markalar geliyor. Mandarin onlardan biri. [...] Yatırımın gelmesi bizim için yadırganacak, kötü bir şey değil. Bunlar yapılırken doğaya zarar vermemesi önemli. Bir milyon bitki / ağaç diktiler, daha da dikecekler. Orası normalde taşlık, kayalık bir yerdi, bittiğinde cennet gibi olacak. İtalya’dan özel olarak çok büyük ağaçlar getirildi. Bir yandan inşaat devam ederken, diğer yandan yeşillendirme devam ediyor.”
Ortaya koyduğu, dile döktüğü anlayış itibari ile Mehmet Gödekmerdan’in söyledikleri çok açıklayıcı. “Taşlık, kayalık yer” “cennet” karşıtlığı, “doğayı korumak” için bir yandan inşaat yaparken bir yandan İtalya’dan özel olarak getirilen ağaçlar ile “yeşillendirme” vurgusu… Bir de arka planda ne yani, taş toprak boş boş duran koylar mı daha iyi, yoksa “yatırım” mı sorusu ve hissiyatı. “Yatırım” kötü bir şey olabilir mi, haşaa” durumu…
Yasalaşmak üzere olan ironik isimli Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’nın derdi belli; doğal alanları korumak yerine “işletmek” kararını Bakanlar Kuruluna ve onların belirleyeceği ne olduğu belirsiz “üstün kamu yararı” tanımlarına bırakmak… Oysaki baraj açılışında “helalinden firmalara bol kazanç ihsan buyur” diye dua eden devlet büyüklerimizden “ekonomik büyüme/yatırım/işletim/bol kazanç”tan başka bir türlü “kamu yararı” tanımı yapmaları beklenilebilir mi, özellikle çevre konusunda? “Yatırım,” hele şişme inşaat sektörüne olanı, şu anda Türkiye’nin kabesi… Yatırımdan büyük kamu yararı mı olur?
Ben ekolojik dengelerden, tür çeşitliliginden, “taş toprak”in ekolojik açıdan anlamından bahsetmek istemiyorum ki ondan da bahsetmek lazım – dünyada korunmaya değer yegane doğanın ağaçlar, korumanın da yol kenarlarına çiçek ekmek demek olmadığını tekrar tekrar anlatmak lazım, o ayrı. Doğal alanların ayrıca sürdürülebilir turizm ile ilişkisinden bahsedilebilir, o da ayrı. Ben kendimce işletilmeyen doğal alanlara bana hissettirdiklerinden dolayı bir güzelleme yazmak istiyorum…
Benim taş toprak kayalık yerlerle haşır neşir olmam aslen üniversitede başladı. Ondan önce de bayılırdım tek başıma ağaçların arasında koşturmaya, kayalara tırmanıp ortadan kaybolmaya ama aslen Boğaziçi Üniversitesinde okurken dağcılık kulübü sayesinde şehri gerçekten geride bırakıp dağlarda vakit gecirir oldum. Kaçkar dağlarıydı, Aladağlardı (ki bunların ikisi de yeni yasa ile bakanlar kurulunun keyfine bırakılacak, toplamda 41 tane olan Milli Parklarımızdan), günlerce yürünerek ulaşılan yaylalarda, yüksek kamplarda, vadilerde vakit geçirmeme vesile oldu kulüp. Giriş o giriş, ondan sonra da yıllar içinde oraya buraya taşınırken, bir bölge çıksa da hayatımdan bir başkası girdi; dağcılık olmasa tırmanış oldu, yürüyüş oldu; ama insanlardan uzak, vahşi, taş toprak dolu kayalık mekanlar hiç çıkmadı hayatımdan – çıksınlar da istemedim zaten… Şimdi durup bakınca bana öyle geliyorki sanki bu vakit geçirdiği doğa parçaları olmasaydı hayatımda, biraz daha mutsuz olurdum, biraz daha huzursuz, eksik kalırdım biraz daha…
Doğada olmanın yavaşlatıcı bir etkisi var. Şehrin, toplumun belirlediği tempodan, elektrikten, bilgisayarlardan, restorantlardan, barlardan, ofislerden uzakta günün uzunluğunu gerçekten de güneşin doğuşu ve batışı belirliyor. Yapılacak işler, görülecek, bakılacaklar o anda önünüzde olan ile, içinde bulunduğunuz yer ile sınırlanıyor. Bir yandan daralıyor dünyanız, tam o anda olduğunuz yere ve zamana – karşınıza bir sorun çıktığında kaçamıyorsunuz – ama bir yandan da ilginç bir sekilde genişliyor – genişliyor çünkü her zaman içinde bulunduğunuz kalabalıktan çekilip çıkmak kendinizi yeni şekillerde algılamak için bir fırsat da olabiliyor. Kocaman bir dağın üstünde, en yakın kasabadan üç yürüyüş günü uzakta, dağin, fırtınanın, rüzgarın keyfine kalmışken insan ne kadar ufacık, ne kadar güçsüz bir şey olduğunu farkediyor bu dünyanın üstünde. Orada gökyüzünde uçan atmaca da, taşın üstündeki kertenkele de, yerdeki yosun da, bir taş da, sen de aynı değerdesiniz. Orada dağin da dünyanın da umrunda değil sen deli gibi para mı kazanmışsın, harika kitaplar mi yazmışsın, hangi şirketi yönetmişsin… Bir noktasın, o kadar.
Bunu hissetmek, kavramak o kadar da korkunç bir sey değil zannımca. Tam tersine hiç durmadan egolarımızı beslemeyi, güçlendirmeyi öğrendiğimiz, dünyanın kendimizin ve insanların etrafında döndüğünü zannettiğimiz modern hayatlarımızda gerekli bir ders. Çünkü biz ne kadar ısrarla öyle değilmiş gibi de yapsak, ısrarla kendi bildiğimiz gibi yakıp yıksak da, doğa bir şekilde hatırlatıyor insan dediğimiz varlığın da daha büyük bir düzenin parçası olduğunu; taşan derelerle, depremlerle, tsunamilerle, ısınan okyanuslar, yükselen sular ile…
Doğada, özellikle estetik açıdan milli park olabilecek nitelikte yerlerde bulunmanın bir de çarpıcı bir yanı var, ki bunu hissetmek için öyle günlerce yürümeye gerek yok, kolay ulaşılabilir fakat iyi korunmuş doğal alanlar da aynı etkiyi yaratıyor. Geçenlerde okuduğum bir yazıda insanı çarpan, bakış açısını değiştirmeye zorlayan, dünya ve ötesi arasındaki mesafenin azaldığı, ilahi olanı hissetmenin mümkün olabildiği “incelmiş mekanlardan” bahsediyordu yazar. İlham veren, cezbeden, insanın içini karıştıran, uyandıran yerler; doğada olmasına gerek yok, şehirlerde, insan yapımı, insanla içiçe de bulunabilir. Fakat benim (ve bir dolu başkası) için işte, yüksek dağlarla, suların oyduğu kanyonlar, uçsuz bucaksız bozkırlarla, vadilerle karşılaşmanın, ezber bozan bir fotorafa, inanılmaz bir resme bakmak, etkileyici bir müzik parçasını dinlemek, ya da şaheser bir kilise ya da caminin kapısından adım atmaya benzer bir etkisi var[1]. Bir an nefessiz kalmak gibi; çarpılmak. Bir saniye boşluk, düşünememek, sadece hayranlık hissetmek. Kendinizden büyük olana, anlaşılmaz olana, güzel olana karşı bir hayranlık duymak… Buraları benim için “incelmiş mekanlar…” Residanslarla, avmlerle, ve bunların arasına dikilen ağaçlarla “cennet” haline getirilmelerine gerek yok; zaten varsa daha büyük bir güç, ben buralarda hissediyorum bunu…
Belki de bu yüzden doğada ufacık ve önemsiz hissetmek yalnız hissetmek anlamına gelmiyor. Tam tersine, bir taş ile, bir kertenkele ile, bir dağ çiçeği ile beraber dağın merhametine kalmış olmak, dev gökyüzünün altında, dünyanın güzelliğine, gücüne şaşmak aslında bir aidiyet duygusu da geliştirebiliyor – dünyaya, doğaya, evrene karşı. Kimlik dediğimiz olgu illa milletimizden, dinimizden, sınıfımızdan, ailemizden mi gelmeli? Bir yere “ait olmak” ya da bir yeri sevmek için o yerin illa “milli” bir referansa dayanarak mı adlandırılmış, şekillendirilmiş olmasi lazım? Biraz safça gelse de kulağa, hepimiz bu dünyaya aidiz, farketsekte farketmesekte. Belki de en çok bunu kavrıyorum ben dağda taşta vakit geçirdiğim günlerde – insan olduğumu, inanılmaz güzellikte, vahşilikte doğanın bir parçası olduğumu, bir gün ölüp gideceğimi ve bunun da, tam anlamıyla işte, dünyanın sonu olmayacağını…
Herkes hayatta başka başka dersler öğreniyor, başka başka yerlerde. Ama her gün birilerinin birilerini kesip üçüncü sayfalara haber olduğu, farklı görülen her kimliğin ezildiği, horgörüldüğü, aşağılandığı memlekette biraz daha az benmerkezci hissedebilmenin, kimlikleri sarsmanın, insanın daha büyük bir düzenin parçası olduğunu kavrayabilmenin (kendileri de bir dışlama mekanizması haline gelmiş camilerin ve din derslerinin dışında) fırsatlarını sağlamak “kamu yararı” sayılmaz mı? Herkesin zaten üst üste oturup da sinirden gerim gerim gerildiği şehirleri yeni başka beton çöplüklerle çevrelemektense nefes alacak, bir dakika koşmadan duracak ve ne olduğumuzu, kim olduğumuzu düşünebileceğimiz; tam da anlamadığımız bir sistemi kendi vizyonumuza göre paramparça etmektense, o sistemin parçası olduğumuzu hatırlatacak yerleri korumamız kamu yararı değil mi?
Vizyonunuz cebinize (hem de kısa vadede) girecek kar ile sınırlı ise değil tabii. Ama evrenin vizyonu üç bes aylık değil işte. Onun için ısrar etmeli: bırakın bir yerler de boş dursun. Bırakın da nefes almaya devam edelim…
[1] Mesela bu blogda yazar doğal mekanların dönüştürücü etkisinden bahsediyor Amerikanın güneyindeki Hueco parkını örnek olarak kullanarak. “İncelmiş mekan” kavramına ben bu yazıda rastladım…
Related posts:
Cengiz Aktar: ‘Doğa, insan, kültür, kent tehlikede’ demek yasak
Cengiz Aktar: Doğa Davaları
Cengiz Aktar: Doğa, kültür, kent talanına karşı Anadolu Yürüyüşü
Deniz Ergürel: iPhone mu Android mi?
Cengiz Aktar: Devlet koruma refleksi
↧